13 Eylül 2012 Perşembe

GEÇMİŞ OLSUN NEŞET ERTAŞ... BİR TÜRKÜ- BİR ÖYKÜ: BURNU FINDIK


Burnu Fındık

Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden,
Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden. ....
Bir yüzük yaptım sana, bir yüzük ki,
Yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden.
 
Metin ALTIOK - Ormanların Gümbürtüsünden

Çocukken perilerin postanelerde yaşadıklarını sanırdım.

Öyle, ufak posta kutularında, telefon kulübelerinde değil, bildiğimiz, gişesi felan olan postane binalarında işte.

Uzunca bir süre bu fikrimi kimselere açıp onaylatmadım ama durumdan gayet emindim. Postanede periler vardı, onlar, Nazan’a havale yollayıp, çocuğu hasta etmişlerdi. Üstelik perilerin en kudretlisi, peri padişahı, Nazan’ın yemyeşil gözlerine âşık olup, onu daha bebekken, büyüyünce başka birisinin gelini olmasın diye nikahına almıştı... Böyleydi yani...

Büyüklerin felçli Nazan bebek için, kimi zaman “Ateşlenip havale geçirdi, böyle kaldı” kimi zaman da, “Cin tuttu, peri padişahı nikahına aldı” diye açıklama yapmaları, kafamda böyle birleşmişti. Çünkü dedemin arada bir İstanbul’dan gelen havaleyi almak için postaneye gittiğini biliyordum. Demek ki havale işleri postaneden dönüyordu, perilerin üssü de oradaydı. Periler, pulların arkasını yalıyor, telefonu kulağına dayarsan sana ıslık çalıyorlardı.

Bigün postacının üstüne kasten bir düve iriliğindeki köpeğimiz Tarkan’ı salıp adamcağızı dut ağacının tepesine kadar kovalattırdım. Postacıya yönelik bu menfur süikast girişimim sonunda, bendeki bu postacı ve postane nefretini gerekçeleriyle dedeme açıklamak zorunda kaldım. Kendisi gülüp,

“Öööle değil len” dedi, “Nazan’ın havalesi başka bişey, postaneynen felan alakası yok... Hastalık o... Çok ateşi çıkıp beynini yakmış... Anladın mı?” Anlamadım tabi. Nasıydı yani beyni yanmış felan...

“Periler mi yakmış şimdi?” diye sordum.

Dedem peri konusuna bir açıklık getirmeksizin sert bir ses tonuyla

“Hangisi anlatıyo sana bööle şeyleri anneannen mi, teyzen mi, deyiver bakalım bana” diye bağırdı.

Anneannemi ve teyzemi dedemin olası hışmından korurken, benim gözümde henüz aklanmamış postacıyı harcamayı da ihmal etmedim, kesin konuştum:

Postacı... Hepsini postacıdan duydum.

Teyzem, çeşitli zaman aralıklarıyla beni ayakta mutfak kapısının pervazına yaslayıp, pervaza, kurşunkalemle boyumun uzunluğunu belirten çizikler atıyordu. Nazan’la birlikte büyüyorduk. Nazan’ın annesi Emine Yenge, bazen durduk yere bana bakıp ağlamaya başlıyordu. Keşke Nazan da benim gibi bahçelerde koşup oynasaydı, keşke büyüyünce benim gelinim olsaydı... Oysa O yatağında öylece yatıyor, kimseleri görmüyor, duymuyor, yalnızca arasıra gelen perilere gülümseyip uzun uykulara dalıyordu... Ben, gizlice yastığına yanağımı koyup, baktığı yerleri gözetliyor, O’nun kimi zaman duvarda, bazen tavanda ya da yerde görüp gülümsediği perileri bulmaya çalışıyordum. Ama Nazan ben gibi ağaçların cindoruğuna çıkıp dalından kiraz yiyemez, çaya girip balık kovalayamazdı, ben de perileri göremezdim... Görebilseydim, bi çift lafım vardı o perilere. Gidip padişahlarına söylesinlerdi. Annesi hep ağlıyor, babası derdinden tenekeyle rakı içip bahçelerin gölgesine, ısırgan otlarının arasına devriliyordu. Yeterdi artık. Bıraksındı Nazan’ı. Hem, büyüyünce O benim gelinim olucaktı...

Bir keresinde tüm bunları kocaman bir kömür sobasına söyledim. Nazan oraya bakıp gülüyordu, periler sobanın oralarda biyerde olmalıydılar... Söylediklerim peri padişahının yüreğini yumuşattı galiba. Ertesi yıl Nazan, birkaç insanı tanımaya başladı sanki. Başucuna gidince onlara belli belirsiz gülümsüyordu. Bunlardan birisi bendim.
Annesinden öğrendiğim gibi işaret parmağımı usulca burnuna dokundurup gülerek “Fındık burunlu kız, fındık burunlu kız” diyordum... O koca yeşil gözlerini açıp öyle bir gülüyordu ki... Artık iyiden iyiye inanıyordum, az kalmıştı, Nazan kalkıcak, büyüycek, benim burnu fındık gelinim olucaktı...
Ama bir yaz gecesi, bahçede, başucuna gittiğimde bana bakıp, önce yüzünü ekşitti, sonra katıla katıla ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim, elimde tutsak bir ateşböceği, öylece kalakaldım.

O gece herkes bahçelerdeydi. Köyün üst yanınındaki mağaradan kaynayan su, yollardaki arklardan kıvrıla kıvrıla usulca herkesin bahçesine geliyor, hanımlar akşam serinliğinde bostan sularken beyler çardaklarda külbastı yapıp, mağaranın buz gibi suyuyla buğulanan bardaklardan rakı içiyorlardı. Annesi, akşamları ferahlasın diye Nazan’ı da bahçelere getirip ordaki bir kerevete yatırıyordu. Esasen ben akşamları Nazan’a pek bulaşmaz, adamlar sofrasında oturup “laf dinlerdim”. Ama bu kez farklıydı. Dayım eliyle bir ateşböceği yakalayıp, sigarasının jelatinine koyarak bana “Çoban ampülü” yapıvermişti. Elimde, jelatin içinde yanıp sönen ateşböceğiyle bir süre dolaştıktan sonra onu götürüp Nazan’a göstermeye karar verdim. Daha görürgörmez ağlamaya başladı. Bir bana, bir elimdekine bakıp hıçkırıyor, gözlerini sımsıkı kapıyordu. Periler mi söyledi, ne oldu, nasıl akıl ettim, bilmiyorum; jelatini gevşetip, ateşböceğini gökyüzüne bıraktım. Ağlaması bıçak gibi kesildi. Bir süre gözleriyle ateş böceğini izledi, sonra bana baktı, “burnu fındık” dedim, güldü...

Eylüldü, bağbozumu zamanı...

“Düğünlerde bu kadar çok ağlanılmaz ama” dedi teyzem. “Bu Nazan’ın düğünü işte...”

Burnu fındık peri padişahına gelin gitti.


Atilla Atalay/Yalnızlık Aletleri'nden